Tüketerek Yok Olacağız


  • 01.07.2014

    19. ve 20. Yüzyıllarda yaşanan politik, ekonomik ve toplumsal değişimlerin ışığında dünyamız “21. Yüzyıl”a girmiştir. Yeni yüzyılla birlikte, enformasyon ve iletişim teknolojilerinde gelişen ABD ekonomisinin önderliğinde küresel ekonomi, yeni kurallarla tüketim toplumunun değişim sürecini yaşıyor.

    Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik sürdürülebilirlik, ekolojik sürdürülebilirlik gibi yeni kavramlar ve yaklaşımlar gündemimizde artık. Ben, tüm bu kavramları harmanlayıp bütünleştirerek, “DÜNYA SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?” sorusunu gündeme getirmek istiyorum.

    Bir yanda dünya ekonomisi büyürken, diğer yanda ekonomisi küçülen, cari açıkla boğuşan, beşeri ve doğal zenginliklerinin yağmalandığı, açlık sorununu çözebilmek adına savaş veren diğer bir dünya. Bugüne ve yarına bakarken bu gerçeği yok sayamayız. “Bu yapı ekonomik olarak sürdürülebilir değil,” diyorum. Gerçekler buna işaret ediyor.

    Doğanın sunduğundan daha fazlasını tüketiyor, doğal kaynak stoklarını yok ediyoruz. “Bu yapı ekolojik olarak da sürdürülebilir değil,” diyorum.

    Özetlersem, dünyanın bu gidişatı sürdürülebilir değil!..

    Doğayı ele alış şeklimizi, hor kullanmamızı, hızlıca tüketmemizi, Everest Tepesi’nden yuvarladığımız küçük bir kar topuna benzetiyorum. Top, yaşadığımız yılların tüketim anlayışıdır. Yuvarlandıkça büyüyecek, büyüdükçe önüne geleni yutacaktır.

    Ünlü Fransız düşünür sosyolog Jean Baudrillard, “Sembollerle kuşatılmış bir sanal dünyadayız. Ferdiyetçiliğin aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda, en tepeden en uçuruma yuvarlanırken bireyselleşme ile mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “BEN” olarak kalabiliyoruz, ne de “BİZ”e ulaşabiliyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıyoruz,” derken, dünyamızın gerçek oyuncuları olamamanın sıkıntılarına dikkati çekiyor.

    Bu gidişin, bizleri yok etmesine çok zaman kalmadığından korkuluyor. Şu an geçerli olan bilimsel veriler bu korkuya “Dur! Anlamsızsın, sadece bir yanılgısın...” diyemiyor.

    Yeşil alanların yok edilmesi, hava-su-toprak nimetlerinin hor kullanılması,  çok kırılgan bir yapıya sahip olan doğa tahribatına, sonucunda da kıtlığa, yoksulluğa, su ve toprak savaşlarına açık kapı bırakıyor. Doğa, içinde barındırdığı, büyülü bir ahenkle yaşattığı, birbirinden bağımsız ekosistemlerle yaşamın en önemli ögesidir. Doğa yapısındaki küçük bir çizik, insanın diyelim ki, bir kolunun yok olmasıdır.

    Doğa içinde herşey ilahi bir düzen içinde birbirine bağlı ve bağımlıdır. Doğa hareket halinde bir yapıya sahiptir. Devamlılığını sağlayan kendi başına yürüyen bir düzendir. Bu düzen “Ekolojik Denge”dir. İçindeki doğal yapılar, sistemler kendilerini bir orana kadar onarırlar. Aşırı derecede dengeleri bozulursa, kendilerini yenilemeyecek oranda tahrip olurlarsa, hava-toprak-su sistemleri bozulur. Doğa yavaş yavaş tükenir. İşte korkulan budur.

    2030 yılında dünyada su kıtlığı başlayacaktır. Bu doğanın bize ilk ikazıdır. 200 ve 300 sene sonra ise yeryüzünde yeşil alan, temiz su, temiz toprak parmakla sayılacak kadar azalacaktır.

    Günümüz gerçeğine bir göz atalım; Hızla büyüyen, hızla gelişen, büyüdükçe sorunları da hızla çoğalan bir dünyada yaşıyoruz. Batı dünyası obezite ile savaşırken, doğuda bir pirinç tanesi için birbiriyle kıyasıya savaşan açlar var. Bir dilim ekmek, bir bardak temiz su, bir avuç pilav bir çok insanın rüyalarını süslüyor.

    Dünya tarihi büyük kıtlıkların yaşandığını defalarca anlatır. 1200’lü yıllarda Mısır’da yağış olmadığından ürün elde edilememiş, kıtlık başlamış, iki yıl içinde hastalık ve insanların birbirlerini yemeleri sonucu 110 binden fazla ölüm meydana gelmiştir. Benzeri kıtlıkları, 1845 ve 1849 yılları arasında İrlanda, 1930’larda ve 1940’ların başlarında ABD halkları yaşamıştır. İrlanda’da temel gıda olan patatesteki hastalık sonucu 15 milyon insan ölmüş, 1959’da Kuzey Çin’de yaşanan kıtlık 30 Milyon Çinlinin ölümüne neden olmuştur. Bu olayda da insanların birbirlerini yedikleri gerçeği yaşanmıştır. Afrika’da bugün bile aynı konuda çarpıcı örneklerin sergilendiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.

    Dünyamızı şu anda genel çizgisi bizleri daha korkunç senaryolar üzerine yoğunlaştırıyor. Dünyanın ya da medeniyetlerin sonu mu gelmektedir!?.

    Bindiğimiz dalı bu şekilde kesmeye devam edersek, sorunun cevabı “EVET”tir. Doğadan yararlanmakta ayağımızı yorganımıza göre uzatmazsak ya da haddimizi bilmezsek, sorunun cevabı “EVET”tir. Ekosistemi korumazsak, doğal kaynakları bizden sonrakileri düşünmeden yok edersek, biyolojik zenginliklerin yok oluşuna seyirci kalırsak, sorunun cevabı “EVET”tir. Düşünmeden, hesaplamadan, tüketim esiri olarak yaşamaya devam edersek, sorunun cevabı yine “EVET”tir.

    Milyarlarca yıl belli bir ahenk içinde yaşayan doğa dengesi, doğa kanunları, hava-su-toprak ilişkisi, insanın müdahelesi ile bozulmaya başlamıştır. “Daha çok kazanmak için daha çok tüketmek” inanışı kötü gidişin adeta sloganı haline gelmiştir.

    Ormanlar özellikle de tropik ormanlar dünyamızın akciğerleridirler. Su nimettir, hayattır, candır. Dünya ekosistemleri her insan için yaşamsal önemdedir. Biz bunu kavrayamıyoruz ve her yıl dört İsviçre yüzölçümü büyüklüğündeki orman kaybına seyirci kalıyoruz.

    Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kaynaklar bencil davranışlarla, sınır tanımayan doyumsuz bir iştahla tüketilmemelidir. Bu anlamda yeni etik değerlerden kaçınılmalıdır. Özellikle gençlerimize,

    -Tüketim özgürlüktür

    -Tüketmek kişilik ispatıdır

    -Tüketmek kişiliğimizin yücelmesidir

    -Tüketmek sosyalleşmenin sırrı ve başarısıdır

    -Tüketmek var olmaktır

    Gibi, düşünce kalıplarını ya da telkin unsurlarını iyice düşünüp akıl terazilerinde tartmalarını tavsiye ediyorum.

    Gençliğimizde “Büyük balık küçük balığı yutar” deyişi çok kullanılırdı. Oysa günümüzde hızlı balık yavaş balığı yutuyor hem de küçüklüğüne, büyüklüğüne bakmaksızın yutuyor. Aşırı tüketim toplumsal bir suçtur. Kişiler başkalarının haklarına ve emeğine saygı duymak zorundadırlar. İstismar etmemek, istismara karşı da dik durmak gerekir.

    Gençlerimiz, içinden geçtiğimiz ekonomik, kültürel, sosyal değişimi dünyamızın geleceği açısından ele alsınlar. Kitle iletişim araçlarının büyük bir güçle desteklediği “Nesne bolluğu... Tüket ve yaşa uygulaması... Bedenini ve tüm hazlarını tatmin et...” diyen günlük yaşam pratiğini terk etsinler. Tüm dünyayı tehdit eden bu anlayış ve yapay mutluluğun farkına varsınlar.

    Ben gençlerimize bu konuda sonuna kadar güveniyorum ve kendileriyle birlikte dünyamızın geleceğinin de onurunu doya doya yaşasınlar diliyorum.